Bu Blogda Ara

29 Aralık 2016 Perşembe

PİZZA AŞKINA


Hayatta ne insanı kendi yaptığı muhteşem bir pizza kadar mutlu edebilir ki ? Ben de defalarca denedikten sonra tam bir pizza uzmanı oldum ne yalan söyleyeyim :) Her gün olsa her gün yenir bu ev pizzası efendim. Peki nelere dikkat edersek hazır aldığımız kadar mükemmel bir pizza yapabiliriz ? Hadi başlayalım.
Gerekenler
1) bir paket instant kuru maya (dr.oetker en iyisi)
2) bir tanecik küp şeker
3) bir bardak ılık süt
4) bir bardak ılık su
5) yarım çay bardağı sıvı yağ
6) bir tatlı kaşığı tuz
7) 4-5 su bardağı un
8) üstü için sucuk,salam,kaşar,mısır,sosis vs.
9) sos için 2-3 kaşık domates salçası

Nasıl yapacaksın ?
Önce yoğurma kabına mayayı dökelim. Süt ve suyu bir kaba koyalım ve biraz ısıtalım. Parmağımızı yakmamalı kesinlikle. Yoksa mayayı öldürüyor. Süt ve suyun sıcaklığı çok önemli. Tatlı bir ılıklıkta olmalı. Bu ılık süt ve suyu mayanın üstüne dökelim. İçine de bir küp şeker atalım. 5 dk bekleyelim mayanın kabarması için. Sonra un, yağ ve tuzu da kabımıza alıp iyice yoğuralım. Hamur elimize yapışmayana kadar un ekleyebiliriz. Sonradan un ya da su eklemek mayanızı bozmaz merak etmeyin. Hamurun kıvamını zaten olduğunda kalbinizde hissedeceksiniz :) yumuşacık olacak ve yoğurmaya doyamayacaksınız. Yoğurma tamamlanınca hamurun üstünü streç filmle kaplayın ve sıcak bir yerde onu mayalanmaya bırakın. Yaklaşık bir saat sonra bir mucize olacak ve hamurunuz nerdeyse üç kat büyümüş olacak. Gerisi o kadar kolay ki. Bir tepsiye yağlı kağıt serin yoksa hafifçe sıvı yağla yağlayın. hamuru elinizle incelene kadar tepsiye yayın. Eğer kalın olacaksa hamurunuzu iki ayrı tepsiye yayın. İnce olmalı çünkü. Sonrasında üstüne salçalı sos hazırlamalıyız. Salçayı bir kapta su ile inceltelim. İçine baharat ekleyebiliriz. Mesela ben kekik, nane, pul biber de ekliyorum. Bu sosu hamurumuzun üstüne sürüyoruz. Üstüne tüm malzemeleri serpiştiriyoruz. Kaşarı sonraya saklıyoruz. 180 derecede yirmi dk pişiriyoruz. Zaten piştiğini sucuklardan anlayabilirsiniz. Bu sırada pizzamızı fırından çıkarıp rendelenmiş kaşarımızı da pizzanın üstüne serpiştiriyoruz. Sadece iki dakika sonra mis gibi sımsıcak ev pizzamız hazıııır :) Resmen anlatırken canım çekti hadi gidip yapalım sevgili okuyucularım. Yılın son yazısıydı bu tarifim. Hepinize pizza kadar renkli ve tatlı bir yıl diliyorum. Hoşçakalın :)

22 Aralık 2016 Perşembe

BİRLİKTE YOĞURT YAPALIM :)

Herkese merhaba.
Evlendim evleneli ev ekonomisi benden soruluyor. Bu durum çok da hoşuma gidiyor. Çünkü insan bir şeyleri başardıkça kendini daha mutlu hissediyor ve etrafına da mutluluk saçıyor. Şimdi diyeceksiniz Esma bunun yoğurtla ne ilgisi var :) Yoğurt bunun bir parçası.

Evimize taşındık, ben ilk zamanlarda yemeklerle uğraşıyordum. Daha güzel yemek yapabilmekle zamanımı geçiriyordum. Yoğurt yapma fikri yoktu aklımda. Çünkü ben sütü nerden bulacaktım ki ? Onu nasıl kaynatacağımı nasıl mayalayacağımı bilemiyordum. Ama artık hazır yoğurt yemek hoşuma gitmiyordu. Annemin yoğurdunun tadı geliyordu aklıma. Hazır yoğurtlarda arıyordum bu tadı ama bulamadım tabi ki. 

Bir gün Karamürsel'de bir kasaba gitmiştim. Orda kendi çiftliklerinden getirdikleri sütleri sattıklarını gördüm. Önce güvenemedim. Komşularıma sordum. Onlar da o kasabın güvenilir olduğunu alabileceğimi söylediler. Ben de deneme amaçlı önce bir buçuk litre sütle denemeye karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü fiyaskoyla sonuçlanan bir denemeydi :) Yoğurdum evet sertti ama uzuyordu,resmen sakız yapmıştım :) Çok komikti. Tadı yenemez değildi ama o uzama yüzünden iştahımızı kesiyordu doğrusu. Bunun sebebini araştırmaya başladım. Ulaştığım sonuçlara göre eğer sizin de başınıza böyle bir şey geldiyse bunun birkaç sebebi olabilir,bunları size sıralayayım. 

- Sütü mayalarken uygun sıcaklık aralığını yakalayamamış olabilirsiniz.
- Sütü aldığınız yeri iyi seçin, süt veren ineğin hamile olmaması gerekli, hormonları sütü bozuyor olabilir.
- Mayanız bozuk olabilir.

Saydığım bu üç sebepten en önemlisi de mayanızdır. Ben fark etmiştim ki benim mayamda iş yoktu çünkü hazır yoğurt mayası kullanmıştım. Eğer mayada hazır yoğurt kullanırsanız yoğurdunuz malesef uzak ve tatsız tuzsuz bir şey olur. Bu duruma çok üzülmüştüm. Ben nerden ev yoğurdu bulacaktım. Bir akşam komşularımızla toplanmıştık. Muhabbet esnasında bu durumdan bahsettim. Tecrübeli bir teyze "Kızım benden neden istemedin bende va ev yoğurdu" dedi. Ertesi gün ilk işim gidip yeniden süt almak oldu :) Mayayı da komşumdan istedim, iyi ki komşuluk var :) Ancak bu kez işimi şansa bırakamazdım. Bir tek mayayla olacak iş değildi. Bu iş hakkında çok bilgi topladım. Anneme, komşularıma, en çok da internete sordum. Artık mükemmel yoğurt yapabiliyorum. Artık size bunun inceliklerini anlatmaya başlayayım.

Sütü nasıl pişireceksin? Adım adım anlatayım.
1) sütü derin bir tencereye boşalt.
2) ocak orta ateşli yansın.
3) başında bekle daima.
4) sütü pişirirken kepçeyle sürekli savur içindeki su buharlaşsın ki yoğurt taş gibi olsun.
5) fokurdamaya başlayınca çok dikkatli ol her an kabarıp taşabilir.
6) gerekirse altını kısarak kabarmasını önleyebilirsin.
7) fokur fokur kaynarken on beş yirmi dk geçmesi gerekiyor.
8) sonra altını kapat, bekle.
9) yarım saat kadar sonra serçe parmağınla ısıyı kontrol et. Eğer parmağın sütte on saniye durabiliyorsa yanmıyorsa ideal ısı oluşmuş demektir.
10) 3 lt süt için yaklaşık 4 kaşık maya kullanıyoruz, önce mayaya sütten birkaç kaşık ekle birbirlerine alışsınlar. Sonra yavaşça mayayı tamamen süte ekle ve karıştır. 

Mayalamayı başardın. Ama o sevimli hücrelerin çoğalması için bu ısıyı korumamız gerekiyor. Bunun için fırın çok ideal bir ortam. Tabi ki çalıştırmıyoruz ama yine de fırının korunaklı ortamı mayalanma işlemi için ideal bir yer sağlıyor. Isı kaybolmamış oluyor. Ben fırınımın üstüne bir de battaniye örtüyorum. Anne alışkanlığı :) Sabah yaptıysan akşama kadar, akşam yaptıysan sabaha kadar bekliyorsun. Sürenin sonunda heyecanla açıyorsun yoğurdunu ve bakıyorsun ki tutmuş mis gibi yoğurdun. Mutlu ol, başardın :) afiyet olsun !!!!

20 Aralık 2016 Salı

AŞAĞIDAKİ ZAT-I ŞAHANEYİ NASIL YAPTIM :)


Artık evde daha fazla ne yapabilirim, dışardan daha az ne alabiliriz diye sınırlarımı zorluyorum arkadaşlar. Pizza konusunda hadi biraz övüneyim artık usta oldum diyebilirim. Hamburger, kumru vs.gibi fast foodları da evde gayet güzel yapıp yiyorduk. Dışarıdan yediğimiz şeyler giderek azalıyor. Ben evde yapabildiğim bir şeyi dışarıdan boşu boşuna almayı sevmiyorum. En son aklıma lahmacun da yapmak geldi. Lahmacunu da eşimle ikimiz pek bi severiz :) Niyet ettim lahmacunu da yapmayaaa...

Aslında o kadar kolay ki sakın korkmayın. Önce hamurunu yapmalısınız. İşte pamucuk bir hamur için gerekenler :
- 1 çay bardağı süt
- 1 çay bardağı su
- 1 tatlı kaşığı tuz
- 1 paket instant kuru maya (Dr.oetker çok iyi )
- 4 su bardağı kadar un

Süt ve suyu bir araya koyup ocakta biraz ılıtın. Ama sakın sıcak olmasın. Parmağınızı yakmayacak kadar bir sıcaklıkta olmalı. Bir yoğurma kabına mayanızı dökün. Üstüne de ılık su ve süt karışımını ekleyin. 5 dk kadar mayalanması için izin verin. Sonrasında un ve tuzu ekleyip iyive yoğurun. Gerekirse su gerekirse un ekleyin, bu işlem mayanızı bozmaz merak etmeyin. Pamuk gibi ama yapışmayan bir hamur elde edince ve onunla oynamaya doyamadığınız zaman hamurun kıvamı iyi demektir :) Üstüne temiz bir bez rtün ve kalorifer peteği gibi sıcak bir yerde mayalanması için bırakın. Bir saat sonra baktığınızda yaptığınız sihir sizi çok mutlu edecek :)

Bu geçecek bir saatte size boş durmak yok. Harcımızı hazırlayalım. Kıymanızı alın. Bir yoğurma kabına koyun. 2 domates, bir soğan, bir yeşil biber, birkaç dal maydanozu doğrayıcıda iyice öğütün. Bu karışımı da kıymaya ekleyin. Biraz tuz, karabiber, pul biber, nane, kekik yani istediğiniz tüm baharatları karışıma ekleyin. Mesela ben bir diş sarımsak bile dövdüm içine ekledim. Harcı iyice yoğurun. İyice karıştığından emin olun. Bu arada ne kadar kıyma kullanacağınız konusunda size şunu diyebilirim. Kıymanız iki avcunuzu dolduracak kadar olsa yeterli. 

Bir saat geçti mi ? Sihrimiz işe yaramış ve hamur neredeyse üç katı kadar büyümüş olmalı. Yaşasın yararlı bakteriler :) Öyleyse hamurumuzdan küçük parçalar koparalım ve onları merdane ile yuvarlak şekilde açalım. Ne kadar ince olacağına siz karar verin eminim dışarda hepiniz en ez bir kez lahmacun yemişsinizdir, işte onlar kadar olmalı. Şekilleri çok düzgün olmayabilir ama olsun bu sonuçta ilk denemeniz, kendinize zaman tanıyın. Hem şekil değil tat önemli :) Yeteri kadar açtığınız hamurları yağlı kağıt serdiğiniz fırın tepsisine yerleştirin. Benim fırınım tek seferde iki tane pişirebildi. Tepsim daha fazla lahmacun almadı. Tepsiye koyduğunuz hamurlarınızın üstüne kıyma harcınızdan ince bir tabaka şeklinde yayın. Sonra dooooğru fırına. Aman dikkat ! Zaten ince bir şey olduğu için lahmacun hemen pişiyor. Emekleriniz yanmasın. İşte bu kadar. Hemen siz de yapın, üşenmeyin. Sıcacık lahmacunlar size afiyet olsuuuun :)

17 Aralık 2016 Cumartesi

İzmit Tasavvuf Vakfı Şeb-i Arus Sema Gösterisi

"Senin baktığın gülistanın gülleri solmaz Allah'ım...."
Allah diyebilmek. Kalbi titretebilmek Allah derken. Bana da nasip olur mu Allah'ım ? Ne zaman seni anarken kalbim tam mutmain olacak, ben sana ne zaman dilden değil kalpten iman edeceğim ? Acizim kabul. Ama en azından bu konudaki acziyeti al benden. Yunus'u, Mevlana'yı, İbnü'l - Arabi'yi...bir anlayabilsem, bir hissedebilsem.

O geceden önce Esma genellikle bu şekilde düşünen ve kendi kendine üzülen biriydi. 16 aralık akşamı İzmit'te bu törenin olacağını küçük bir afişten tesadüfen görmüştüm. Hayatımda hiç sema ayinine de katılmamıştım. Merak ettim doğrusu. Eşim de sağolsun cuma olmasına ve haftanın tüm yorgunluğu üstünde olmasına rağmen beni kırmadı yola çıktık. Yolda nasıl stresliyim. Program 19.30 da başlayacaktı ama biz otobüsle gidiyorduk ve trafiğe takılmıştık saat 20.00 olmuştu. Ben yine her şeye ve herkese sinirlenmeye başlamıştım. Yetişemedik işte diye söylenip duruyordum. Hatta şu an çok utansam da dedim ki "napalım biz de spor salonuna giremezsek hemen karşıdaki alışveriş merkezine gideriz orda takılırız" Zaten avm'nin otoparkı spor salonunkinden üç kat daha kalabalıktı. İnsanlar yine ışığa uçup yanan kelebekler gibi olmuşlardı demek. Allah herkese bu manevi zevki tattırmıyordu demek. Şükürler olsun ki program spor salonuna ulaştığımızda daha yeni başlıyordu. Her yeri bayraklar donatmış herkes "bir" olmuş bayraklarını coşkuyla sallıyordu. Biz de Allah tarafından kaderimizde daha önce ayrılmış olan yerimize oturduk. İçim içime sığmıyordu ben de coşku içine girdim herkes gibi. Nerden bileyim ben Hû kuşunun o gece gönlüme gireceğini....

Birazdan bir yaşlı adam geldi meydana. Üstünde mevlevi kıyafeti vardı ve başında da kırmızı bir sarık. Konuşmaya başladı. Tüm salon dinliyordu. Biz de dinliyorduk can kulağıyla. Hayret ettim. Demin koskoca belediye başkanı konuşurken neden bu şekilde topluluğa tesir etmiyordu ? Bu adamda ne vardı, kimdi? O an bunu bilmiyordum ama konuşanın dili değil kalbi olduğunu o yüzden bize tesir ettiğini anlamıştım. Onun güzel konuşması bitti ve sahne artık kararmıştı, belli ki bir nur doğacaktı az sonra...

Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Bir bir geldi onlarca elif... Hepsi birbirinin aynısı, "Hepimiz aynıyız ey insanlar!" dercesine. Onlar sazendelerdi. Yani ilahileri çalıp söyleyecek olanlar. Büyük bir sakinlikle yerlerine geçtiler. İlk ilahiyi çalmaya başladılar. Benim içimi dışımı alevden bir el okşadı sanki. Çünkü bu okunan kaside rahmetli babamın en çok sevdiği en çok dinlediği kasideydi. Arabada yolculuk ederken ben bir çocukken hep dinlediğimiz benim için bir ritimden ibaret olan Yunus'un bir ilahisiydi bu. O an daha kalbimin üstündeki toz zerreleri savrulmaya başlamıştı. Bir anda az önce konuşma yapan yaşlı adam yeniden belirdi ve arkasında onlarca yüzlerce açılmayı bekleyen lale... Allah'ım... Allah demek içten geliyordu burda, şükür ona,şükür. Böyle bir coşkunluk böyle bir sakinlik yan yana olabilir mi ? Böyle bir geliş olabilir mi ? Bir bir dönmeye başlıyorlardı. Sırası gelip dönmeye başlayan semazen sanki tomurcukmuş da açılmaya başlamış bir lale oluveriyordu.Hiçbiri bir diğerinin hakkına girmiyor kendi yörüngesini buluyordu ve orda kalıyordu daima. Bu görüntünün insanda oluşturduğu hissi ne bir fotoğraf size yaşatabilir ne bir video ne de bir yazı. Düşüncelere daldım izlerken onları. Evreni, kainatı, atomu, hücreyi hatta hücrenin çekirdeğini bile görebiliyordum onlara bakınca. Tüm kainat işte bu dönüşten nasibini alıyor, dedim. Gezegenler dönüyor, ay, dünya, Kâbe'de hacılar, gökyüzü, atomun içindeki tanecikler, benim başım her şey dönüyor bu semazenler gibi. Demek ki bu dönüşte bir şeyler var. Demek ki boşa değil, bir raks değil bu. Bu bir cezbe hali bir çekim. Bir güç var ki her şeyin üstünde olan, onun çekiminde herkes ve her şey. Esma buraya neden geldi,ne umuyordu gelirken ? Beklemiyordum ki bu kadar dolup taşacağımı. Meğer ben ne kadar boşmuşum. Meğer Allah'ın aşkı her yerdeymiş de ben o kadar küçükmüşüm ki bir zerresini tatmak bile beni benden almaya yetermiş. Tarifi zor duygular içinde bırakarak bizleri semayı tamamladı semazenler. Başka bir alemden gelircesine tekrar düştük dünya hayatının içine. Saat on buçuk olmuştu ve son otobüs dokuz buçuktaydı. Umursayamadık bu durumu nasılsa bu aşkla içimiz sarhoştu ya sokakta geçecek olsa gece, ikimiz de olmaz diyemezdik. Salondan çıkarken bir kadın yaklaştı bana ve bir bilet uzattı. Bu tamamen bayan semazenlerin döneceği ve sadece bayanların katılabileceği bir gösterinin biletiydi. Akın akın insan gelirken bu kadın beni seçmişti ve "bu son biletti, size nasip oldu 25 aralıkta gelin" dedi. Ben de son bilet olduğu için şaşırdım dedim ki "Bunda bir hikmet var, inşallah gelirim." O zaman kadın bana "Allah bizi yeniden kavuştursun o halde" dedi. Tanımadığın birine kavuşmak.... "NE OLURSAN OL GEL !" demek bu demekti. Anlamak o an nasip oldu bana. "GELİN TANIŞ OLALIM !" demek de aynı anlama geliyordu farklı kalplerden çıkmış olsa dahi. Allah'ım ne güzel şeyler oluyordu. Etrafım güzellik halkalarıyla çevrildi sanıyordum. Dışarı tamamen çıktığımızda eşimle ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Belki bir yerlerde kalabilirdik ya da bir araba denk gelirdi belki Karamürsel'e giden. ne olursa artık fark eder miydi ? Canlar canını bulmuştuk diyemem ama bulmaya başlamıştık. Tam o an bir otobüs gördüm Bursa plakalıydı. Belli ki bir gurup güzel insan toplanmış bu faaliyet için ta Bursa'dan kalkıp gelmişti. Aklıma gelen ilk şeyi yaptım. Sorumlu olan bayana yaklaştım halimizi anlattım. Ama otobüs tamamen kadınlardan oluşuyordu. Sadece bu bayanın eşi ve şoför erkekti. Haliyle bizi tanımıyordu kadın düşündü bir an. Eşime sorar mısınız, dedi. Eşini işaret ettiği anda biz Hakan'la birbirimize baktık şakınlığımızı gizleyemedik. Çünkü, salondayken binlerce kişinin arasında otuturken yanımızdan bir bey geçmişti. Biz eşimle birbirimize o an dedik ki o beyi işaret ederek, "şu adam bana çok tanıdık geldi !" sonra eşim dedi ki "ama nerden tanıyalım ki bize öyle geldi herhalde." üstünde durmamıştık. Şu an görüyorduk ki bize tanıdık gelen o adam sorumlu kadının eşiydi.Allah ne yaşayacağımızı biliyordu ve bize o adamı onca kişi arasında önceden tanıtmıştı bile. Ne güzel lutfediyorsun Allah'ım ! Bize çok anlayışlı davrandılar. Ben tek boş olan yere yine bir hanımın yanına oturdum. Hakan da muavin koltuğuna oturdu. Resmen Allah yerlerimizi dahi belirlemişti. Biz yanımdaki o hanımla kısa ama öyle derin şeyler konuştuk ki burada anlatmayacağım. O konuşmamız da tesadüfler zinciriydi ve ben artık mest olmuştum. Ondan birkaç güzel bilgi öğrendim, onları da heybeme attım. Karamürsel'e gelmiştik. Binlerce dua ettim içimden onlara, o güzel insanlara. Onlar sanırım Mevlevî idi. İndiğimizde tir tir titriyordum yaşadıklarımın etkisiyle ve ilahi mutluluktan. Hakan da ben de o gece oraya gittiğimiz için binlerce kez şükrettik. Allah, tamamen ona bırakınca ne de güzel tamamlamıştı işimizi. Senin tuttuğun ellerimiz bir daha kaymaz Allah'ım. Bizlere varlığını hep bildir Allah'ım. Tevekkülü her anımıza yaymayı nasip et Allah'ım...

16 Aralık 2016 Cuma

Evimin Nazlı Misafiri : Sıklamen

cyclamen-flower-beautiful-hd-pictures-description-1024x685Evinize önemli bir misafir gelince onu en iyi şekilde ağırlamaya çalışırsınız değil mi ? Çiçekler de öyle işte benim için. Evime yeni gelen her çiçek benim süresiz misafirim gibi. Sohbet isterler, ilgi isterler. Her gün halini hatrını sormalısınız. Zaman geçtikçe öyle bir bağ kurarsınız ki yüzlerine bakınca hallerini o an anlarsınız. Keyifsiz mi yoksa mutlu mu bilirsiniz.
Bir gün eşim eve geldiğinde elinde çok ama çok neşeli bir çiçek tutuyordu. Daha önce de çeşitli yerlerde görmüştüm bu çiçeği ama adını bilmiyordum. En zoru da adını bilmediğiniz bir çiçekle tanışmak. Nasıl bulacaksınız ismini. Cismi var ismi yoktu yeni misafirimin. Ama çok neşeliydi sanki gülümsüyordu bana. Ben bu sıcaklığa kayıtsız kalamazdım. “Hoş geldin!” dedim ona tüm kalbimle ve diğer güzel kızlarımın yanına götürdüm bu çiçeği. Hepsi öyle güzel kaynaştılar ki renk cümbüşü oldu salonum bu fuşya prensesin de gelmesiyle. Baktım ki susamış bu güzellikler. Hepsini suladım. Bu arada ben çiçeklerimi sularken kaynatılmış su kullanıyorum. Tabi ki özel olarak suyu kaynatmıyorum ama çaydanlıkta kalıp soğuyan suyu sürahide biriktiriyorum her seferinde. Özellikle orkideler için çok iyi bu su. Onu da ayrıca konuşuruz. Her neyse o gün geçti ertesi gün oldu. Her sabah olduğu gibi misafirlerimin başına gittim. Perdeyi açtım ışıl ışıl güneşle şenlensinler diye. Hepsi iyiydi de yeni misafirim biraz küskündü bana. Alışma evresidir, evin havasına alışırsa geçer dedim. Benim çiçekliğim salonda kalorifer peteğine bir metre gibi bir mesafede duruyor. Yani ortam sıcak. Diğer çiçekler gibi yeni çiçeğim de bunu sever diye düşünüyordum o sıralar. Artık çiçeğimin adını öğrenme zamanım gelmişti. İnternette araştırmaya başladım. Çiçeğimi betimleyerek arama yaptım. Yaprakları altta ve koyu yeşil, uzun saplar üzerinde geniş çiçekler… Görsellerde aratınca da en sonunda gördüm bir fotoda çiçeğimi. Heh işte benimkinden dedim, baktım ki adı “sıklamen”miş. Aman da aman  da adını da öğrendim yeni misafirimin her şey yolunda diyordum kiiii akşama doğru bir de baktım bizim misafir almış başını gidiyor. Belli ki ben onu iyi ağırlayamamışım. Ama pes etmeyi hiç sevmem. “Dur bakalım güzelim” dedim “hayırdır neyin var senin ?” Tamamen içimden gelen sesi takip ettim o dakikadan sonra. Baktım toprağı hala ıslak demek ki sorun susama değil. Ah bir dili olsa da konuşsa bunlar. Düşündüm ki ev bayağı sıcak. Bunun da yapraklar aşağı düşmüş. Çiçekleri taşıyan boru şeklindeki saplar yumuşamış. Bunların sıcaktan kaynaklandığını düşündüm. Çiçek için yapılacak tek şey vardı onu soğukta bekletmek. Bana çok zor geldi, kıyamadım ona çünkü Karamürsel çok soğuk. Gece hele sıcaklık sıfırın altında. Ama her halükarda çiçeğim ölüyordu denemekten başka çarem yoktu. Soğukta yaşaması da bana imkansız gelse de onu balkona koydum. Camın dışına. Ertesi gün bir de baktım aman Allah’ım ne göreyim ! Nasıl olmuştu böyle bir şey ? Gerçekten inanılmazdı sonuç. Şaşırıp kalmıştım. Korkuttum mu sizi?  Merak etmeyin sonuç çok iyiydi. Sıklamenim yeniden canlanmıştı. Sapları yine dirileşmiş, yaprakları da canlanmıştı. Mutlu mutlu gülümsüyordu yine bana.
Tecrübe hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesidir derler. Ben bu kez bir kazık yemeden bir tecrübe kazandığım için mutluydum. Demek ki neymiş sevgili okurum sıklamen güzeller güzeli bir çiçekmiş. Neymiş sıcağı sevmezmiş bu hanımefendi. Soğuk severmiş hem de bayağı dayanıklıymış soğuğa. Korkmadan onu açık havada bırakabilirsiniz. Hafif esinti de varsa değmeyin keyfine. Suyunu da toprak kurudukça ekleyin. Birkaç damla altından akana kadar devam edebilirsiniz su vermeye. Günde birkaç saat mümkünse direkt güneş almalı. “Ee şimdi kış biz balkona mı çıkıyoruz onun güzelliğini nasıl göreceğiz?” derseniz günde iki saat kadar içeri alıp görüş saatini de kahvenizi alıp sıklameninizin karşısına geçerek keyifli keyifli geçirebilirsiniz. Mutlu günler, çiçeksiz kalmasın dünyanız…

Cennetin Fragmanını İzlemek Bölüm 3

"İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi." diyor ya Orhan Veli, Dalgacı Mahmut şiirinde -ki en sevdiğim şiirlerden biridir- işte ben de diyorum ki işim gücüm yazmaktır benim bundan sonra. Çoğu insan gözlerden yaş akıtan keskin sabah ayazında duraklarda bekler işe gitmek için. Bazısı hızlı adımlarla yürür. Bazısı yol üstündeki bir fırına uğrar da poğaça alır her sabah. Benim de işim bu işte, buna da şükür. Takarım gözlüklerimi bir kadim yazar gibi. Alırım fincanımı yanıma. İçinde paşa çayım(hala sıcak içemem de). Görseniz sanki dünyanın en güzel kitabını yazacağım, ama elimden gelen bu işte, bir şükür de buna :)
Nerede kalmıştık sevgili okuyucum. Ha, evet ben Yedigöller masalını anlatmaya devam ediyordum. "Nazlı Göl"ü seninle tanıştırmış bir de fotoğrafını göstermiştim.Hatırladın mı ? Hadi rol yapmayacağım bugün. Güzel bir şeyi anlatmak ne kadar zor sen biliyor musun ? İnsan bir süre sonra neredeyse pes ediyor. Anlatmaya çalıştıkça içinde kayboluyorum. Neden benim anlatmamla yetiniyoruz ki ikimiz de. Sana bugün bir tavsiyem var okuyucum. Git ! Evet sen de kendi gözlerinle gör o dünyayı. Çok zor değil ki. Nefesin ormana karışsın. Yağmur damlaları tenine çok iyi gelecek. Yaşayan bir su bulacaksın orada. Gerçek bir su. O sudan o kadar çok iç ki, hayat bul. Döngünün bir parçası oluvereceksin. Hiç eğreti durmayacaksın Yedigöller'de. Doğa seni hiç yadırgamayacak. Her bir göl sana bir hikaye anlatacak. Zamanı yavaşlatan bir yer orası. Din-le-ne-cek-sin. Yavaş yavaş ayak uçlarından taa beynine huzur yayıldığını hissedeceksin. Artık beni dinleme, kendini dinle. Orayı görmelisin, hem de bir an önce....
Bu arada instagramda bir foto paylaşmıştım. Yedigöller'de çekildiğim ve huzur içinde olduğum bir anın fotosu. Orda sormuştum "kafamın içinde hangi şarkı çalıyor?" diye. işte bir kez daha çalıyor şimdi sen de dinle, kendini birkaç dakika bırak.  burda     Kafanın içindeki o sesi yükselt ben son sesi açtım artık hiçbir kötü sesi duymuyorum...

Cennetin Fragmanını İzlemek Bölüm 2

Yumdum gözlerimi ve yitirmeye başladım kendimi. Burası canlı, burası nefes alıp veriyor. Her nefes alıp verirken yapraklar uçuşuyor sağa sola. Sarı yapraklar... Dokununca ıslak ve ılık yapraklar. Buradaki ağaçlar tanık. Asırlara tanık. Nice karlara, yağmurlara, gece ateş etrafında buluşan insanlara,yıldızlara,dantelli bulutlara şahit. Buradaki ağaçlar ana. Köklerinde hatta gövdelerinde doğan mantarlara, doğanın devinimine, binlerce ama binlerce yaprağa, tabiatın eşsiz müziğine ana. "Acaba gerçek sanatçı, yarattığı hangi sanat eserine daha fazla hayran ?" diye bir soru soruyorum içimden ve cevabı bulmaktan acizim. Zira ben neye baksam başım dönüyor burda. Aklımın sınırlarını zorluyorum ve yeni bir soru : "Burası dünya ve burası bu kadar güzelse cennet nasıl güzel kim bilir ?"
Ağaç, ağaç, ağaç... Bir kısa bir uzun bir kısa bir uzun yüzlerce ağaç var Yedigöller'de. Hepsi de bir şeyler fısıldıyor kulağıma. Hepsinin dediği şey anlamlı hepsinin dediği doğru. Bazılarına elimi uzatıyorum, dokunuyorum yaşayan kabuklarına. "Sen çok yaşa güzel ağaç, umarım seni geldiğimde yine görebilirim."diyorum teselli verircesine türdeşlerimin katlettiği onlarcası ardından. Bir ağaç var orda ilerde ona yaklaşıyoruz, öyle ulu öyle güçlü ki. Sapsarı saçlarını nazlı nazlı savuran bir dilber gibi. Onun altında sarılıyorum eşime sımsıkı. Orman gibi bir aşkımız olsun diye. O ağacın altında sarıldığın kişiyle sonsuza dek ayrılmazmışsın; adı bende saklı :)
Bir bakıyoruz guruptan uzak kalmışız. Gülerek koşmaya çalışıyoruz ama güüm ! benim ayağım kayıyor ve kendimi yerde buluyorum. Ama hiç acımadı ki çünkü düştüğüm yer de ormanın koynuydu yerler yapraktan bir yatak olmuştu. Aksine düştüğüm için mutlu oluyorum. Tepeyi aşınca karşımıza güzeller güzeli bir göl çıkıyor. Adı gibi "Nazlı" bir göl bu. Öyle sessiz öyle hareketsiz ki. Bence her varlığın bir cinsiyeti vardır. O an anlıyorum ki o utangaç bir kız...20161113_095226
Bu aşağıdaki akarsu ise nazlı kızımızı besleyen onun fedakar bir aşığı. Nice yollar aşıp, ne kayalara vurup  da kavuşuyor sevgilisine. İbretlik...
20161113_093123
Bugünlük bu kadar gevezelik yeter sevgili okuyucum, hadi biraz çalışalım her ne işimiz varsa, kolay gelsin :)

15 Aralık 2016 Perşembe

Cennetin Fragmanını İzlemek...




Merhabalar. Bardağı saran üşümüş parmaklarıma rağmen çok mutlu olduğum anlardan biriyle başlamak istedim yazıma. Bu arada hepinize bir özür borçluyum sanırım çünkü yazımı bu saatlere kadar geciktirmek istemezdim; planlarıma göre sabahın en güzel ışıklarıyla sizlere günaydın diyecektim. Ama insan plan yapar hayat gülermiş ya hani bugün çok hasta uyandım. Baş ağrısı, halsizlik falan filan. Tatsız durumlar işte. Şimdi biraz toparladım ve söz verdiğim gibi karşınızdayım.
Siz hiç rüyanızda gördüğünüz bir yere sonra gerçekten gittiniz mi ? Benim zihnim bana bu oyunu çok oynuyor. Çok da seviyorum bu durumu.Özel bir his. Hiç aklıma gelmeyen bir anda diyorum ki "aa Esma sen burayı daha önce rüyanda görmüştün" ve gülümsüyorum. İşte Yedigöller'de bu hissin en güçlü halini yaşadım ormanda gezerken. "Esma" dedim kendime "Senin ruhun bir orman zaten."
Açıkçası daha önce Yedigöller'e çok küçükken de gitmiştim. Hatırımda bir resim, resimde sadece bir göl kenarı ve kaplumbağa yumurtaları var. Kötü çocuklardan biri kaplumbağa yumurtalarından birini kırıyor ve ona çok kızıyor, bağırıyorum. Hatırladığım tek şey bu. Sanırım 5 yaşındaydım o zaman.
Peki bu yolculuğa nasıl çıktık ? Uzun zamandır -bir yıldır falan- internette doğa gezileri yapan guruplara bakıp duruyordum. Karamürsel'e taşındıktan sonra Facebook'ta bir gurupla tanıştım. TrekinTurkey adında bir gezi keşif gurubu. Bir süre etkinliklerini takip ettim.Oldukça şeffaf bir gurup olması beni etkiledi. Koşulları, fiyatları, güzergahları, planları hepsi baştan belliydi. Tüm bilgileri sayfalarından kolayca edinebiliyordum. Yedigöller turu hakkındaki paylaşımı görünce içim kıpır kıpır oldu. Hemen irtibata geçtik ve gezimizin gününü heyecanla beklemeye başladık. Bu bir fototrek yani fotoğraf gezisiydi. O gün gelince sırt çantamızı alıp ekibe katıldık. Sımsıcak bir gezi başlamıştı.
Sabahın ilk saatlerinde Yedigöller'e ulaştık. Vardığımızda henüz gün doğmamıştı. Otobüsten indiğimiz an kulaklarımızın duyduğu tek şey, yaprakların hışırdamasıydı. Ayaklarımızın altında binlerce kurumuş yaprak vardı. Sanki ayaklarımız yerden kesilmiş gibiydi. Zemin yoktu sanki ortada burası bir yaprak cennetiydi. Daha bunun mutluluğuyla şaşkınken biri dedi ki "yıldızlara bakıııııın!" Hepimiz çocuklar gibiydik o an kafamı kaldırdım ve... 
Evet gördüğümüz tablo aynen böyleydi. Yukarıda kullandığım foto o anın temsili bir görselidir. Çünkü büyülenmiştim ve foto çekmek aklıma bile gelmemişti. Şükürler olsun gördüğü her güzel şeyin fotosunu çekme hastalığı olan ben bu kez sadece "o an"ı yaşamayı başarmıştım.
Sevgili okurlarım bugünkü yazımda Yedigöller gezimizin bir kısmını anlattım. Ama bu daha başlangıç. Sizi sıkmak istemiyorum. Bu uzun bir yolculuk parça parça tadını çıkara çıkara anlatmak istiyorum. Eh biraz da merak edin istiyorum sanırım :) Mutluluk kalbinizde olsun....

13 Aralık 2016 Salı

ARTIK İKİ KİŞİYİZ.

Aşağıdaki fotoğrafı ben çektim. Bolu Yedigöller gezimiz sırasında. Az önce tekrar bu muhteşem gezinin fotoğraflarına bakarken birden bunun hakkında düşünmeye başladım. Aslında bir fotoğrafla ne kadar çok şey anlatabiliyoruz. Bu açıdan sözcükler mi daha güçlüdür yoksa görüntüler mi ? Bu konu da ayrıca tartışılır ama şu an ben başka bir konudan bahsedeceğim. Ben bu fotoğrafa bakınca artık iki kişi olduğumu görüyorum hayat yolunda. Bu hoşuma gidiyor. Yalnız olmayı severim ama yalnız kalmak bana göre değil. Ben bu fotoğrafa bakınca işte bu yüzden kurduğum ilk cümle "artık iki kişiyiz" oldu. Peki sen bu fotoğrafa bakınca ne dedin ?
DSC_0005.JPG

YAZMAYA NASIL BAŞLADIM ?

Günaydın. Bloğumdaysanız biliniz ki her kelimem direkt sizi hedeflemektedir. Şu anda bu yazıyı yüzüme vuran sabah güneşi altında yazıyorum. Gözlerimi zaman zaman ekrandan kaldırıp odada gezdiriyorum. Güneş bence yeryüzünün makyajı. Her yeri ve her şeyi öyle güzelleştiriyor ki...
Bugünkü konum aslında güneşin güzelliği değil. Bugün size yazma tutkumun nasıl doğduğundan bahsedeceğim. Her şey benim okumayı yazmayı öğrenmemle başladı. Hayır hayır öyle sandığınız gibi her eline geçen şeyi okumaya çalışan ve annesinin koltuklarını kabartan bir çocuk değildim. Yazım inci gibi filan da değildi. Ama benim bir huyum vardı. Sıkıntılarımı, üzüntülerimi yazıyordum. Yazınca rahatlıyordum. Bir partinin seçim kampanyası sürecinde dağıttığı küçük bir defterim vardı. Onu elde edebilmek için yolda giderken sağa sola kalemler, anahtarlıklar, defterler filan saçan parti arabasının arkasından tüm çocuklarla birlikte epey koşmuştum :) Benim nasibime de bu defter düşmüştü. Bir süre bir yerlerde yalnız ve sessizce bekledi. Ona ihtiyaç duymam başka bir olaydan sonra oldu. Benim şehrimde perşembe günleri pazar kurulurdu. Annem yine bir perşembe elimden tuttu ve pazara gittik. Renkli giysi sergilerinin arasından geçiyorduk. Az ilerde bir oyuncakçı sergisi olduğunu biliyordum. Adımlarımız oyuncakçının önünden geçerken durdum. Başımı kaldırdım ve onu gördüm. İpin ucunda ileri geri sallanıyor, kendi etrafında neşeyle dönüyordu. O peluş bir tavşan figürlü sırt çantasıydı. O çantayı o kadar çok istedim o kadar çok istedim ki. Ama annem ya farkına varamadı ya da önemsemedi. O zaman bizler şimdiki çocuklar gibi her istediğimizi anında elde edemezdik. İyi ki de edememişim diyorum şimdilerde. Ben can sıkıcı şımarık çocuklar gibi pazarın orta yerinde cayır cayır ağlamazdım da. Gözüm arkada kaldı ama. O sallanan turuncu tavşancıklı çanta gözlerimden silinene kadar baktım ardıma. Onu istiyordum. Artık bir an bile aklımdan çıkmayacaktı. Günlerce süren çocukluk ıstırabım başlamıştı. Tekrar perşembe olacak ve bu kez biz pazara gidip o çantayı büyük bir gururla alacaktık. Günler geçmiyor, perşembe gelmiyordu. Bense umut içindeydim o çanta bu hafta benim olacaktı. Onu sırtıma takınca zıplayacak heyecandan titreyecektim, biliyordum. Sürekli bunu hayal eder oldum. Ama bu böyle olmuyordu. İçimdeki bu coşkuyu birilerine anlatmalıydım. O an aklıma umudumu yazmak geldi. Hemen yatağın altına fırlattığım parti temalı not defterimi çıkardım. Tükenmez bir kalem buldum ama kalem tükenmişe benziyordu yani yazmıyordu. Ona hohlayarak nefesimle yeniden hayat verdim. Bir şeyler yazdım ve defteri kapattım. O perşembe geçti, cuma oldu ben yine defterimi açtım bir şeyler yazdım ve defteri kapattım. Diğer perşembe de geçti, yine cuma oldu. Yine defterimi açtım bir şeyler yazdım ve yine kapattım. Bu böyle sayfalar, günler, haftalarca sürdü. Artık hissizleştim ve çocukluk rüyalarımdan bir başkasına kapılıp gittim. Üstünden yılllar geçti ve ben taşınacağımız yeni bir evin heyecanına kapılmış bir genç kızdım artık. Eşyalarımı toparlıyordum. Vitrini çekmiştik ki kıpırdatınca yere bir şey düştü. Baktım ki parti temalı bir defter. İnanın varlığını unutmuştum. Aldım elime açtım sayfalarını. Eciş bücüş bir yazı. İlk cümle şu : "Pazarda tavşanlı çanta gördüm. Bu perşembe onu alacağız." İçim ısınıverdi çünkü çocuk ben konuşuyordu. Diğer sayfayı da çevirdim merakla. Yine aynı mürekkep yine aynı stilsiz yazı. "Geçen perşembe pazarından alamadığımız tavşanlı çantayı bu kez alacağız." Ve diğer sayfa yine aynı... "Geçen haftalarda alamamış olabiliriz ama bu hafta tavşanlı çantayı kesin kesin kesin alıyoruz." Gülümsedim. Hiç tavşancıklı çantam olmadığı için sanırım hala üzülüyordum. Ama iyi ki annem babam bana her istediğimi almamıştı. Bu yüzden ben bir damla yağmurdan bir papatyadan bir ıhlamur kokusundan mutlu olabiliyorum şimdi. Mutluluğun maddede değil manada olduğunu biliyorum şimdi. Her umudumu her derdimi yazabiliyorum şimdi. Bir itiraf gelsin mi her şeye rağmen ? Evet hala tavşancıklı sırt çantası görürsem bir yerde bir süre bakakalıyorum. Aynı masum çocuk gözleriyle. Okuduğunuz için teşekkür ederim sevgili okuyucularım. Ben son cümlemi yazarken yüzüme güçlü bir güneş ışığı vurdu, dilerim siz de son cümleyi okurken yüzünüze sımsıcak güneş ışığı vurur. Görüşmek üzere...

İLK EN TATLI OLANDIR...

Nasıl başlamalı bilmiyorum. Bir kelime var böyle başlangıçlar için. Dilden değil de kalpten çıkarsa eğer sihirli oluveren bir kelime. Ben şimdi sizlere o kelimeyi kalbimdeki kırlangıçlara yükleyerek göndereceğim. Dilerim kabul edersiniz. Dilerim benim yollarım artık daha fazla iyi insana çıkar. Dilerim sesim gökkubbede daha hoş sedalara dönüşür. Daha ilk yazımda benden sıkılın istemem. Amacım, okuduğunuz her kelime sizde yankı bulsun. Her cümlemde kendinizi bulasınız. Her fotoğrafta içinizden güzel bir keşif duygusu aksın. Sizler de gezin,görün,okuyun,koklayın,tadın bu hayatı. Ve birlikte öğrenelim "o an"ı yaşamayı. Şimdi zamanı geldi, en kalbimden diyorum ki MERHABA :)